1/20/2016

Weil am Rhein ve Vitra Campus

Burası Fransa,Almanya ve İsviçre arasında kalmış küçük bir endüstriyel lokasyon. Gri bir rengi var, doğal güzelliği ya da meşhur bir tatlısı bile yok buranın. Buraya gelmenin en güzel yanı şairin dediği gibi yolculuğun kendisi.. Eğer Milanodan gündüz tren yolcuğu yaparsanız,inanılmaz alp manzaraları bilet fiyatına dahil, ben gelmişken bir gece Zürihde konaklayıp diğer gün Basel'e geçmeyi tercih ettim. Aynı güzelliğin bir başka versiyonunu Zürih-Basel arasında karşıma çıktı,hızlıca yanından geçtiğiniz minicik kasabalar ve Heide nin keçilerinin ölüm tehlikesi geçirdiği eşsiz yeşil vadileri, bende yuvarlanarak düşme isteği uyandırdı.

Mimarlık camiasının arada uğraması gereken bir yere gittim bu kez. Vitra firması 1980lerden beri bu bölgede yatırımlar yapmaya başlamış. Vitranın üretim fabrikalarının ve bazı sevkiyat depolarının bulunduğu bu alan zaman içinde firmanın yatırım tercihleri doğrultusunda sadece bir fabrika bölgesi olmanın dışında bir tasarım köyüne dönüştürülmüş. Kampüsde kimi ararsanız var; Frank Gehry'nin kuzey Amerika topraklarından uzak ilk işi,Vitra Design Museum burada, Tadao Ando'nun ise Japonya topraklarından uzak ilk binası, aktif olarak kullanılan Jasper Morison tasarımı bir otobüs durağı, Zaha Hadid'in tarzını yeni yansıtmaya başladığı ilk çalışması ve diğer çok öenmli isimlerden Buckminister Fuller'in meşhur dome'u,Alvora Siza'ları, Sanaa'ları mı dersiniz herkes burada.

"Hetorojen modern mimari harmonisi"

Tasarımcılarla çalışmak istiyorsanız onlarla önce tanışmanız gerekir öyle değil mi? Vitra Campus bu tanışmayı, ürünlerinin sergilendiği VitraHaus, Chair museum da gerçekleştiriyor.Benimde vaktimi en çok harcadığım yer VitraHaus'un kendisi oldu.
Vitra firması ev mobilyalarını sergileyebileceği bir müze arayışıyla Herzog de Meuron un kapısını çalmış ve onlarda,bölgede var olan mimari tipolojiyi kullanarak, ev ölçeğinde bir müze tasarlamışlar. Uzaktan bakıldığında kaotik bir görünümü olsa da iç mekan da kullanılan beyaz duvar tercihi,sürekli ve ferah bir algı
yaratıyor.
Bir motto bulmak gerekirse " an interior project in exterior" diyelim.

Buraya yeniyıl arifesinde gitmiştim ve wishing room adında çok tatlı bir köşeyle karşılaştım. Hazır gelmişken yeni yıl dileğimi burada diledim,umarım gelecek seneye kadar gerçekleşmiş olur ve onun dısında barış,sağlık,mutluluk,huzur,hepimizin olsun...

6/26/2015

Paris,uzun zamandır görmeyi istediğim bir şehirdi... şöyle bir sokak kaldırımına oturup Paris'le ilgili düşüncelerimi,zihnimdeki Paris kimliğinin,deneyimlediğim Paris'le aynı olup olmadığını ölçüp tartmayı uzun zamandır bekliyordum. Diploma projemi verdiğim dönem Paris müzeleri sık sık karşıma çıkıyordu, önceki yıllarda ise mimarlık tarihi derslerim Paris örnekleriyle doluydu. Gittim,deneyimledim.
Milano'daki ev arkadaşım Clara Paris'li bir güzel.Bana yolluk yerine geçebilecek bir kaç tavsiye vermişti ve Paris'in çok büyük bir şehir olduğundan bahsetmişti. Benim için İstanbul'dan sonra tüm şehirler iki adımlık yol sanırım,belkide Paris'de yürümeye kendimi kaptırmış,şehrin bir ucundan diğer ucuna geçerken, ne yürüdüğüm mesafeyi ne bacaklarımı umursamamıştım. İstanbul büyüktür Paris'den algım, maalesef İstanbul'un yürümeye elverişli bir şehir olmamasından ileri geliyor bunu da biliyorum.

Bilgileri tazeleyelim...
Hausmann'ın bulvar oluşturma metodu
17.yy dan itibaren Paris ivmesi artan bir hızla genişlemeye başlar, nüfus daki artış ve yaşam koşullarının yetersizliği,altyapı eksikliği gerekçeleriyle dönemin Siene bölgesi valisi Baron Eugene Hausmann ve III. Napoleon kafa kafaya verirler,otoriter bir yaklaşım çerçevesinde 'modern kent' konseptinde Paris'i sil baştan inşa ederler.  Haussman'ın plan aksında bulunan tüm evler yıkılır ve oturanlar dışarı atılır,Paris düzenli bağlantı yolları,tertemiz kent dokusuyla,büyür büyür bu günlere gelir. Haussman korumak yerine yıkmayı tercih etti ve ek olarak söylemem gerekir ki; kendimi geniş Paris sokaklarında yürürken minicik, zavallı, yorgun bir karınca gibi hissetmemin sebebi 17.yy devlet otoritesinin zihnimdeki yankısıydı.

Eiffel'in  ikinci katından 21.yy Paris'ine bakıyorum
III. Napoleon 'un emriyle (bin sekiz yüzlerde) Paris'in kuzey doğu bölgesine mezbaha olarak işlev gören yapılar yapılır zaman geçer 1982 yılında Bernard Tschumi, tasarladığı park ile mimarlık camiasına bomba gibi düşer. 80'ler de yüzeyler sistemi,noktalar sistemi, çizgiler sistemi gibi kavramlardan bahsetmek ve bir kent parkı tasarlamak....daha fazla yaşlanmadan Parc de la Villette'i ziyaret edebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Bir nevi "hacı oldum" diyebiliriz :)
şu an farkettim,bu oturma elemanları ve arka planın fotoğrafını çekip oradan uzaklaşmışım...müzecilik

Park ın içinde 4 ayrı müze binası bulunuyor,zamanında şehir için yeni bir aktivite ve odak noktası oluşturmak amacıyla tasarlanmış olmasına rağmen hak ettiği değeri bulabildiğini söyleyemem. Ben parkta yürürken hatta  parka giderken metro yolculuğum esnasında, Disneyland a giden çocuklar gibi heyecanlıydım,Emel'e metrodayken "birazdan canım benim Tchumi'nin "follie" dediği kırmızı şeyleri görücez" demiştim ve o da bana "biz baya garip bir yere gidiyoruz,metrodaki insanlar değişti" cevabını verince aramızda türkçe konuşmamaya karar verdik bilmiyorsnuz ki paris'e ayak basar basmaz dolandırılmıştık,bu başka bir hikaye ancak anlatmak istediğim şey; Parc de la Villette hala şehrin uzak bir noktası.

Parkın mimarlık tarihindeki öneminden bahsetmek benim boyumun ölçüsü değil sadece Bernard Tchumi 'nin  folie'lerinin artık park içinde bir sergi objesine dönüştüğünü söyleyebilirim zira, sağdaki  fotoğrafta inceleyebileceğiniz gibi giriş kısımları zincirlenmiş.                                                                                                                                       Oysa ki, Tchumi' nin  follie'leri aktivite noktaları olarak düşünülmüş, insanlar insin çıksın,bir manzaraya baksın diye tasarlanmıştı, şimdi birer müze objesi olacak kadar önemli ve dokunulmaz.


1982 diyorum ve sizi bu güzel geodesic dome la başbaşa bırakıyorum. Chicago daki mirror dome ise henüz 2005 yılında yapıldı. Ahh be  Tchumi, öncü zekana hayran kalmamak elde değil.
kendi yansımamızı da çektik tabi,çekmez olur muyum?

Paris bitmiyor... Jean Nouvel'in  cephe tasarımıyla  tarihine bomba gibi düşen yapısı Arab World Institute kaldığım hostelin hemen aşağısında beni bekliyor,biraz Notre Dome' da gotik havası koklayıp kendimi Renzo Piano'nun Pompidou kültür merkezi binasında buluyorum.





















                                                                                      Diğer gün Siene nehrini sağımıza alıp Austerlitz istasyonu istikametinde yürümeye başlıyoruz. Yol üzerinde karşılaştığımız Cite de la mode et du design 'ın yeşil yaması alkışları hak ediyor. Nehire bakan yüzün deki bu sözde "hiç uymuş mu Paris'e "  cephesi merdivenler sayesinde, moda okulu ve kamusal alan birbirine bağlanıyor.Bulunduğu lokasyonun endüstri bölgesi olmasını da hesaba katarsak... onu gördüğüme memnun oldum.

Ulusal kütüphane binası, Bibliotheque Nationale de France ise, kitapları karanlık raflara saklamak yerine kocaman kocaman binalarda sergiliyor. Önündeki iç bahçeyi bir süre oturduk,izledik. Kendimi iç bahçedeki ağaçlara tünemiş bir kuş gibi hafif hissettim burada.





















Paris de bulunduğum süre içinde "bu senenin gripleri çok fena" diyebileceğimiz kadar hastaydım. İlaçlar falan fayda etmedi ama bir an vardı ki, vücudumdaki tüm yorgunluğu orada sadece boş boş oturarak atabildim,ruhum tüm mikroplarından arındı :) Tuileries parkının kuzeyindeki sekizgen havuzun etrafına serildik,parti çok güzeldi
Lovelock köprüsün de yürürken ise aniden karşımıza çıkıveren bu kilit,gezimize neşe kattı. Köprüyü aşıklar köprüsünden adak köprüsüne çeviren Gizem'in umarım bir yazlığı olmuştur ayrıca kendisini "de" ekiyle olaya dahil eden Kerem... umarım senin de !













Paris kocaman bir şehir caddelerin heybetinde ve düzeninde kendinizi küçük hissetiğiniz haritadan mesafeleri kestiremediğiniz mutsuz bir şehir. Aslında her metropol böyle.. Bir sürü göçmen ve bir kaç jenerasyon öncesi Fransız sömürge ülkelerinden gelmiş, siyahi Fransız vatandaşlarıyla dolu, sarışın fransızlar ve siyahiler arasındaki gerilimi ben bile hissettim. Avrupa'nın en popüler şehrinde metroda yolculuk yapıyordum ve arkamda bir adam gazete kağıdının arasına Kuran saklamış okumaya çalışıyordu,emin olmak için bir kaç kere ona baktığımı görüp,tedirgin oldu.Champ elysee baştan sona  cafelerde schnitzel menü yiyen Arap Turistler tarafından kuşatılmıştı. Paris'de yaşamak kolay değil dedim kendi kendime,tehlikeliydi,kalabalıktı,pahalıydı,hüzünlü ve sıkılmıştı sanki şehir. Neyseki turist olmak güzel
Unutmadan
Paris'i Emel' in güzel yüzüne ithaf ettim,yine gidelim.. öptms

1/03/2015

Delilik, özgürlük durumundaki bir yaşantıdır. Herkes üstesinden gelirken... deliler; umursamaz, içgüdüsel hareket ederler.
Delilikle ilgili her hücremle emin olabildiğim güçlü bir hipotezim var; Her deli samimidir ve her deli olmayan  topluma karşı her an yalancıdır. Topluma uyumsuz davrandığı gerekçesiyle orta çağda gemilere bindirip okyanuslara gönderdiğimiz, moderniteyle tımarhanelere kapattığımız simdi de sanatçı olmak kaydıyla kendilerine saygın platformlar bulabilen güzel insanlar...tüm bu yalan davranışları büyük bir çabayla sürdürebildiğimiz ve bu samimiyetsizliği bırakmayı bir an bile düşünmediğimiz için gerçek deliler biziz.















birey olarak daha samimi ve hesapsız yasamayı dilediğim bir yıl olsun istedim ve tasarladığım yeni yıl kartına "deliler gemisi" figürünü iliştirdim.
Mümkünse daha samimi 1dünya...

9/30/2014

Her sene Avrupa'nın farklı bir ülkesinde gerçekleştirilen Meeting Design Student (meds) buluşması, bu sene ağustos ayında İrlanda'nın başkenti Dublin'de yapıldı.Ben de bu tatlı organizasyonun bir katılımcısı idim. Toplantı,yeşil algısını yerle bir eden İrlanda'da yapılacağından bu senenin  konsepti 'global green' olarak belirlenmişti.katılımcı olabilmek için ise,global green konseptine sahip posterler üretmek gerekliydi. Daha sonrası Dublin'e gidince; yaklaşık 20 ayrı worskhop'dan dilediğinizde yer alabilirsiniz. Globan green konseptli "secondhand pavillion" posterini öylesine içselleştirmiş olmalıyım ki, Dublin'de bir pavillion projesinde yer aldım.


Hazırladığım poster ise; birinci sınıfta iken architectural geometry dersinde tasarladığım örüntünün fikir olarak revize edilmesi diyebilirim.Şöyle ki biz bu örüntüyü gerçek boyutlarıyla üretme kararı almıştık ancak üretimde kullanacağımız oluklu mukavvaları,kesin olarak örüntüye ulaşabilmek için satın almayı tercih etmiştik,oysaki oluklu mukavva dediğimiz şey bildiğimiz koli kartonu,her yerden toplanabilir.İşte benim posterde bununla ilgili;karton gibi malzemeler geri dönüşüme gönderilmeden yeni tasarımlarla kamusal alanlarda kullanıma açılabilir ve daha sonra geri dönüşüme gönderilebilir. "the secondhand pavillion!"

İşte mimarlık böyle mükemmel bir iş,proje hiç bir zaman sona ulaşamaz, yıllar sonra onu yeniden yorumlarsınız.Sıralama "tüketme-üretme-geri dönüşüm" iken "geri dönüşüm-üretme-geri dönüşüm" olur ve siz %100 üretirsiniz.Mimarlık,var olanı dönüştürmek,tüketmemek.. bu iş sevilmez mi?

Peki Dublin'de neyi dönüştürdük? Casıno at Marino, 1755 de iskoç mimar William Chambers tarafından  neo classic tarzında tasarlanmış irlandalılar için çok önemli bir ev.11 ayrı ülkeden 22 öğrenciyle birlikte casino Marino'yu Dublin kalesinin hemen yanında bulunan parkın içinde yeniden yorumladık.yeni pavilion da neo-classic süslemelerin yerine  iplerle soyut temsiller,şaşalı kolonlar yerine,işlenmemiş ağaç kütükleri ve tüm bu sistemi ayakta tutacak bir bağlama yöntemi tasarladık.Dublin'in her an yağmurlu havası bize şehrin göbeğinde doğayla baş etmeyi öğretti.Öyle ki sona yaklaştıkça, havanın kokusundan ne zaman yağmur yağacağını ve ne zaman duracağını bile anlar olmuştum. Buradan mimarın deneyim ve öğretilerine konuyu bağlayabilirim ama yapmayacağım,görüşürüz...

     

Tutorımız Douglas'ın oğluya Da vinci'nin "man and god" tablosu gibiyiz

Ayrıca dublin meds'in ne kadar eglenceli bir şey olduğunu anlatan  özet niteliğinde bir video biliyorum,  

9/15/2014

İrlanda'nın meşhur birası Guinness, Arthur Guinnes tarafında 1756 yılında kuruldu ve ben 258 yıl sonra  Guinness fabrikasını gezme fırsatı yakaladım.Mütevazi gezi repertuarımı göz önünde bulundurarak söylemem gerekir ki; gözlemleyebildiğim  en iyi sirkülasyon ağına sahip müzeydi.
Merkezde ki boşluk referansını guinness bardağından alıyor,çirkin bulunabilir ancak bu şekilci durum turistlerin bir numaralı mekanı olmayı hedeflemiş bir müze için yadırganmayıp aksine başarılı bulunmalı. Açıkçası mükemmel sirkülasyona olanak tanıdığı için iyi bir tercih olmuş.

Bardağın tepesine doğru çıktıkça guinnes in nasıl yapıldığından tutunda  bardağına nasıl dolduruması gerektiği ve daha sonra nasıl içilmesi gerektiğine dair bilgiler edinmenin yanında Guinness Academy 'de kendi biranızı doğru açıyla doldurma becerisini kazanıp, sonunda bir de başarı sertifikası alabiliyorsunuz.
En tepede bulunan Gravity Bar manzarasıyla  Dublin'i daha iyi anlama şansını yakalamak ise gezinin son sürprizi.

Ayrıca müzede tasting room sırasını beklerken alakasız ama oyalayıcı bir sergi vardı.Tv köşelerinin son 50 yıllık moda yolculuğu.Tvler, duvar kağıtlları,zemin,aksesuarlar ve renkler. Fotoğrafları üşenmedim arşivlik olabilecek bir timeline a dönüştürdüm,şimdi 2000'ler de yaşadığınız için üzülebilirsiniz:)

5/20/2014


Hafta sonu İstanbul Tasarım Merkezinin düzenlemiş olduğu Edirne gezisine katıldım. Buraya en son 16 yaşındayken gelmiştim, arşivci tarafım burada gezdiğim yerler ve müze giriş biletlerini hala saklamaya devam ediyor. 8 yıl sonra gözlemlerim ve hissettiklerim sil baştan yazıldı diyebilirim. Çünkü iki hafta sonra mimar oluyorum ve bu durum; hayatımın her bir noktasına yansıyor.Dünyamıza insan-çevre ve kültür odaklı bakmak artık sakız alırken bile beni lime lime ediyor.Beni paramparça eden ama size duyarlı gelebilecek olan bir eleştiriyle başlamak istiyorum.

Edirne Eski Cami yi geziyoruz ve içeride korkunç kalem işleriyle karşılaşıyorum.Kötü restorasyon sıfatı burada da hiç süphesiz  cümlenin başına kuruluyor. Biz geçmiş nesile yeri geldikçe kızıyoruz ya, gelecek nesil bizim yanlış kararlarımız ve restorasyon anlayışımızdan nasıl bahseder bilemiyorum. Umarım bahsederler! bu da ayrı bir çıkmaz her neyse Eski cami nin replika süslemelerinden bunalıp, biraz etrafı turlamaya karar verince camiyle aynı sokağı paylaşan tarihi bir külliye dikkatimi çekiyor.Bir kapıdan geçiyorum ve külliyenin rezalet manzarasıyla karşılaşıyorum.

Vicdansızlık, eğitim(siz)lik, kültüre sahip çıkmak, kültürü sevmek, topragı ve insanı gerçekten sevmek ve çelişkilerinden arınmış bir toplum olabilmek son günlerde bu tanımlar arasında ne çok dolanıyorum. Bir külliye kapısından giriyorum, sokağa bakan duvarın önü çiçek gibi tertemiz ve bakımlı ancak kapının ardından dikenler içinde kaybolmuş mezar taşları, kurşun kaplaması açılmış ve nemlenmiş  kubbeler, etrafa saçılmış çöpler hatta o çöpleri karıştıran kargalar... bu yanılsamanın pislikleri halının altına gizleyerek temizlik yapmış olmak dan hiçbir farkı yok.

Ne var yani bu külliye Selimiye kadar ünlü olamamış diye mi tüm bu haksızlık? Korumacılık sadece turist rotaları üzerinde mi yapılır yani,ben de bir turist idim ve ülkemiz yine rezil oldu bakın gördünüz mü dünya bizimle alay ediyor!!!
Yaşadığım bu trajik hikayeyi kültür ve turizm bakanlığına da paylaştım. Konuşmaktan daha fazlasını yapılabileceğine inanlara selam yollayalım.
Aslında bu kültürel kayıtsızlık sadece külliye duvarına tahta çakmış kimselerde yok, Kültürel miras kavramıyla yalnızca bir grup disiplinin ya da bir grubu temsil eden üniversitelerin fazlaca ilgilenmesi ki bu daha çok Osmanlıcılık anlayışının etkisinde, ya da bir diğer disiplinin onu tarihsel bir geçmişten ibaret görerek gerektiği yerde değerlendirmesi ki bu durum da, Osmanlıcılık korkusu olabilir.
Diyeceğim o ki; bu ikilemleri yaşamaya başlamış herkes kültürel kayıtsızlık altında. İhtiyacımız olan şey rasyonellik ve tabi ki yaptığımız her ne ise, samimiyet. Sanıyorum ki Edirne coğrafyası da bu korkuyu yaşarken çelişkilerinde boğuluyor.

Yeterince korkunç bir yazı oldu  bir kaç mutlu şehir fotoğrafıyla veda ediyorum. Son fotoğraf acemi bir eskiz çalışmasını içeriyor Muradiye Cami'nden Selimiye 'ye bakıyorum.













3/27/2014

                     






 bu çalışma biraz hatalı oldu... fark etmişsinizdir bir de renk tercihimdeki bu retro hava beni 60'lara götürdü.
Bir revizyona ihtiyacı var ama yinede paylaşmak istedim.İlgili ve sabırsız =) arkadaşlarım adına Serap Ekizler Sönmez'e teşekürler.


3/01/2014

Bugün sizlerle son merakım olan Türk-İslam ve Selçuklu eserlerinde gördüğümüz, hani o içe içe geçmiş desenler ve onların geometrileriyle ilgili yaptığım küçük bir çalışmayı paylaşmak istiyorum. İlgisi olanlar ve yakın arkadaşlarım defterlerimi karıştırırken sık sık görürler ve bu ilgimin,son yıllarda yapılan çalışmaların hız kazanmasıyla artık bizim camiada populer işler arasına girmeye başladığını da bilirler.Hatta geçen yıl İstanbul da bu konuyla ilgili bir workshop düzenlenmiş dünyaca ünlü araştırmacılar davet edilmişti.
Bende küçük bir deneme yaptım ve siz de deneyebilin diye aşamalarını sıraladım.
Unutmadan...  İTM seminer hocalarından Serap Ekizler Sönmez'e teşekkürler,ne öğrendiysem sayesinde oldu.
Önce bir altıgenle başlıyoruz...





 şimdi işler biraz karışıyor













    Altı kollu yıldız sadece Osmanlı yada Selçuklu mimari için degil tüm insanlık tarihine yayılan bir geçmişi var. Mühr-ü Süleyman,Yahudilik ve İsrail,Astroloji ve burçlar hatta bir dönem Çin'de Ying Yang sembolünün yerine kullanılmış.


Burada desenin sonsuzluğu ve nasıl türedikçe kendi geometri mantığını yeniden ve yeniden kurduğunu görebiliyoruz.



                                                            Ve sonuç
Renkler ve boyalı parçalar yer degiştirince birazcık da ışık... ortaya böyle güzel bir şey çıkmış oldu.
Karahanlılar dönemi Arap ata türbesi'nde görülen bir süsleme

Siz de deneyin...

2/12/2014

sanat,senin içindir
kollarıyla sana sarılır
bazen  onu bırakıp gidersin
ama o hiçbir zaman sana trip atmaz
onu başkalarıyla paylaşırsın...kıskanmaz
ve büyük bir tutkuyla
inanırım ki... sanat özgürleştirir!              

12/29/2013

Kamusal Alan Tasarımına bir müdahale.... Sokak Sanatı

Mimarlık kenti 'yapar' ve 'kurar'ken, sokak sanatı onu bozmaya, dönüştürmeye girişir.Bu komşuluğu kanıtlar nitelikte, mimarlığın yapı taşlarından olan duvarları kullanan sokak sanatı, rasyonellik ile insan yaşamlarının iç içe geçmiş yumağı arasındaki gerilimi dile getirmek için mükemmel alanlardır.

Sokaklar daima halkın var olduğu yerlerdir; halkın dışlanmadığı yerlerdir.Bu yüzden, sokak sanatı da bir anlamda halkın temsiliyetidir; isyanın,tepkisinin,direnişinin,özgürlüğünün ve temsiliyet daima cereyan edeceği bir çevreye muhtaçtır.

Jürgen  Habermas' a göre; kamusal alan, arabulucu özelliğinin yanı sıra birey için ifade ve iletişim alanı olmaktadır.Bireyin görsel etkileşimi sonucunda kimi zaman sanatçıyla müzakere etmeyi amaçlayan kamusal sanat, kamusal diyaloğu ve farkındalığı arttırmanın en kolay ve etkili yolu olarak görülebilir.

Özellikle 1960' lı yılların sonlarında doğan hippi kültürüyle birlikte dünyada sesini duyurmaya başlamış, Ülkemiz de ise 1990' lı yıllardan itibaren epeyce takipçi edindiği görülür. Müzik, performans, grafiti gibi pek çok alana ve yönteme ayrılan bu sanat üretme biçimi, kent dokusuna sokaktan başlayarak müdahalede bulunur.

Bu kadar söylemi bir kenara koyup biraz örneklere bakalım.Eminim ki daha anlaşılır olacağım ve içinizde gizlediğiniz duygular sokaklarda yankılanmak isteyecek açıkçası ben haftalardır o isteği bastıramıyorum. Neden olmasın ki diye giriştiğim projemi en yakın zamanda görücüye çıkaracağım.

Günümüz Fransız sokak sanatçılarından biri olan Zevs' in ünlü markaların logolarıyla oynayarak ortaya koyduğu provakatif çalışmaları














Burada sanatçının yaptığı eylem Guy Debord'un üzerinde durduğu simgenin tahribinden başka bir şey değildir.



En sevdiğim sanatçı; yaptığı işlerle savaş karşıtı, hayvan hakları savunucusu, çevreci duruşu ve tüketim çılgınlığına dair eleştirileriyle gönlümün tahtına kurulmuş bir isim Banksy.Onu okudukça daha çok seversiniz herkes den daha çok sanatçıdır; çeşitli müzelerde korsan eylemler düzenleyerek sanatın bugünkü konumuyla ilgili ciddi eleştirilerde bulunur.

Aslında Banksy 'i anlatmak hiç kolay değil, yazımın belkide en zorlayıcı yerindeyim şu an. Çizgisi başından beri net olan bir dahi o. Milyon dolarlık resimlerini Central Park 'da bir öğleden sonra tezgah açıp 60$ a satacak kadar duruşu net bir adam, bir gruptan oluştuğu da söyleniyor bilemeyeceğim. Ancak şu bir gerçek ki, grafitilerinin bulunduğu sokaklardaki evlerin fiyatları, bir gecede 10 katına çıkabiliyorsa ve o eleştirdiği hiçbir şeyin parçası olmamayı başarmaya devam ediyorsa...gönüllerin kralıdır.

Banksy' nin Filistin' de yaptığı eserlerinden bir kaçını yayınlıyorum lütfen yer veremediklerimi de,inceleyiniz.







                           çeyizimden bir parça...
























 

Ayrıca videoları Simpsons için yaptığı çarpıcı jenerik      Banksy' yi bu satır arasında bırakıp diğer
                 Rebel Rocket Attack                       işlerden  bahsetmek gerek ama siz
                 Sirens of Lambs                           devam ediniz.

Amerikalı sanatçı Dan Witz 2008 yılında tüğleri diken diken eden bir çalışmaya imza atıyor. "Ugly New Building" adını verdiği seriyle Brooklyn sokaklarındaki değişimden duyduğu rahatsızlığı çarpıcı ve yeni bir yöntemle dile getiriyor.







Lüks konutlarla oluşturulan bu yeni şehirden hiç hoşlanmıyor bu yapıların rahatsız edici bir sadelikleri olduğunu düşüncesinde
Bu yapıların yabancılaştırıcı bir etkisinin olduğunu öne süren sanatçı, eski çarpık yapıları özlediğini ve bu duygularını paylaşan başka birileri var mı diye merak ettiği için böyle bir projeye başladığını söylüyor.


korku yaratacak kadar çarpıcı ve başarılı




Yaşadığı huzursuzluğu başkalarıyla da paylaşmak istiyor.


Ve diğer mükemmel insanlar... sistemle ilgili rahatsızlıklarını, yaşadıkları alanların düzenlenmesine dair sözlerini, yaratıcı ve tabi ki özgün bir dil ile ortaya koyan aynı zamanda sokağın ruhunu kentliye hatırlatan çalışmalar





Mark Jenkins...
 nesnelerin ya da canlı varlıkların koli bandından kopyalarını üretiyor ve onu kentin çarpıcı noktasına,  eglenceli ya da rahatsız edici kompozisyonlarla yerleştirerek vurucu bir etki yaratıyor.



















Benzer ancak az ürkütücü bir tarz seçmiş başka bir isim; Bosso Fataka' nın çalışmaları
                       










ve sırada Joshua Allen Harris... küresel ısınmaya dikkat çekmek için ürettiği "Airbear" isimli çalışma ve devamında gelen diğer işleri aynı zamanda tarzı hakkında bir özet niteliği taşıyan bir video



   Dağıtılan büroşürler, madde madde yazılmış, rakamların büyüklüğünden olsa gerek es geçilerek okunan sıkıcı şeylerin yanında sokağın kalbinde farkındalık yaratabilmek bu olsa gerek.

Sokak sanatçıları gerçeği yansıtmak yerine onu güçlü bir mizah anlayışı ile ele alır ve o gün, öylesine sokaktan geçen birilerine, hazırladığı içeriği okutabilme başarısını gösterir.






Ülkemizde ise sokak sanatı 90'lar da kendini hissettirmeye başlamış ve şimdilerde anladığımız tek şey duvarlara yapılmış renkli robotik grafitiler.Bir itirazım yok her biri çok kıymetli ve sokağın yeni bir yüzü. Belkide derdi olan enstalasyonlu çalışmalar, kamusal alanda daha derin etkiler bıraktığından onlara olan sempatim daha yüksektir.
Şimdi de biraz Türkiye' de yapılmış işlerden bahsedelim;

Küf Project, Ankara'lı inanılmaz eğlenceli bir grup şu aralar ortalarda görünmüyorlar. Neredeyse iki senedir yeni çalışmaları olmadı ama en son çalışmaları, işte burada...



Flypropaganda grubu hazırladığı kara sinek çıkartmalarını sevmediği şeylerin üzerine yapıştırarak " burada bir pislik var" mesajını yaratıcı bir yöntemle görenlere aktarıyor.











Bunca sanatçı ve grubun yanında göz ardı edilmemesi gereken bir başlık daha var. Gezi olayları esnasında göstermiş olduğumuz yaratıcılık,şüphesiz ki gezinin ilk olduğu bir diğer nokta da sokak sanatı penceresinden bakılınca bir gecedeki ani yükselişimiz...
her ne kadar çoğunluğu yazılar ve sosyal medya odaklı olsalar da hepsi çok kıymetli.

Sokak sanatını sevmeliyiz,onlar tıpkı bir şair gibi kamusal alanda bireyi sarsarak,kanıksamış olduğu gerçeği taze bir bakış açısıyla yeniden algılamasını sağlar. Yakın zamanda bir müdahale de benden gelecek. Sokağımız için küçük olsa da umarım bireyler için büyük etkiler yaratır.
Sokakta kalın...

Kaynak olarak: Hazal Aksoy,Gökçe Özer- Street art as an intervention in the design of public sphere
Ayrıca "Kamusal Alan Tasarımı" atölye yürütücülerine teşekkürler